Makaleler

KÂİNAT MESCİD-İ KEBİRİ

Biraz da Tefekkür…

KÂİNAT MESCİD-İ KEBİRİ

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

24 Temmuz 2020 Cuma günü, 86 yıllık aradan sonra tekrar cami olarak ibadete açılmasının beklentisini, büyük şevkini ve heyecanını yaşadığımız “Ayasofya Cami-i Kebîri”nin ismi, “Mescid-i Kebîr” isminin yer aldığı eski bir yazımı bana hatırlattı.

Yıllar önce, geçici görevle İngiltere’ye giderken, ilmihalini bilmek tüm Müslümanlara farz olduğundan, yanıma Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali” kitabını almayı da ihmal etmemiştim. O kitapta Allah’ın varlığından bahsedilirken şöyle deniliyordu:

Yüce Allah’ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde ve felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Şimdi burada: “Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır.” (Âli İmrân: 190) âyetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.

Bu âyet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu âyet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah’ın varlığını kabule mecbur olur.

İşte yukarıda Türkçe anlamını verdiğimiz âyet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:

‘Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.’ anlamındaki âyet-i kerîme, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.

Bütün bu âyetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de: ‘Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.’ buyrulmuştur.

Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet, düşünen insanların dinidir.

İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda insanlar, bu âleme bu düzeni ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah’ın kudret ve azametini isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.

Hattâ böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlı başına bir âlem olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah’ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir. Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rastgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla. Böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.”

Âl-i İmrân Suresinin bu âyetlerinin ve onlardan sonrakilerin nüzulünden, çeşitli sahih hadis kitaplarında bahsedilmektedir.

“Abdullah b. Ömer (r.a.) hazretleri naklediyor: ‘Hz. Âişe’ye; Resulullah’dan gördüğün şeylerin en hayret verici olanını bana söyle.’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladıktan sonra dedi ki: ‘Onun her işi hayret vericiydi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki: Ey Âişe, bu gece bana Rabbime ibadet etmek için izin verir misin?’ Ben de; ‘Ey Allah’ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.’ dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur’an okuyordu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildirdi. Baktı ki ağlıyor; ‘Ey Allah’ın Resulü, dedi, Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?’

O: ‘Ey Bilâl’, buyurdu; ‘Şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki:, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece şu âyeti indirdi:

(Gökler ve yer Allah’ın mülküdür) (Âl-i İmrân, 189 )

Resulullah bunu söyledikten sonra da ‘Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.‘ buyurdu. (Diğer bir rivâyette: ‘Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere.’ buyurdu).